MAKEDONYA GEZİMİZ VE ARDINDAN (27 – 31 AĞUSTOS 2019)
Yücel Öztürk*
Üsküp’te düzenlenmesi planlanan PIEES sempozyumlarıyla ilgili görüşmeler yapmak amacıyla 28 Ağustos 2019’da dostum Nuri Kavak ile Makedonya seyahatimizi gerçekleştirdik. Platformumuzun üyelerinden Prof. Dr. İbrahim Tellioğlu, IBU (International Balkan Üniversitesi) rektörü ile önceden yaptığı temaslar sonunda Üsküp’te bir sempozyumun yapılabilir olduğunu tespit etmiş, bize sunmuş, biz de bunu çalıştaylarımızda yapılan değerlendirmeler neticesinde uygun görerek CIEES 2019’un Üsküp’te, IBU’da olması hususunu kararlaştırmıştık.
27 Ağustos Salı günü Sakarya’dan başlayan ve 31 Ağustos gecesi saat 1,45’de sona eren gezimizin ayrıntılarına geçebiliriz.
Otomobille yapılan gezinin gümrüklerde doğurduğu zorluklara ilk kez şahit olduk. Türk insanı gerçekten hayatın her alanında kendisini bekleyen zorluklarla mücadele etmek zorunda. Nüfusunun önemli kısmını göç vermiş olan bir ülke insanı, gümrüklerden giriş ve çıkışlarda zorluklarla karşılaşmaya hazır olmalıdır. Makedonya seyahatimizin yapıldığı tarih, gurbetçilerin dönüş zamanına denk düştüğü için gümrükler en kalabalık dönemini yaşıyordu. 4,5 saat sadece İpsala sınır kapısını geçmek için bekledik. Bu fuzuli bekleyiş enerjimizin büyük kısmını aldı. İpsala’yı geçtikten sonra, Türkiye’deki kadar olmasa da Yunan tarafında da biraz bekledik.
Gümrükte bu kadar zaman kaybedeceğimizi hesap etmemiştik. Makedonya’ya akşam yemek saatlerinde varırız diye düşünmüş, otele rahatlıkla yerleşiriz diye ümit etmiştik. Ancak, iyice geç vakitte varacağımız kesinleştiğinden oteli arayarak rezervasyonumuzun saklı tutulmasını rica ettik. Üsküp’e geç saatte vardık ve seyahatimizin her aşamasında yardımını gördüğümüz Üsküplü genç öğrenci Berat’ın aile lokantasında yemeğimizi yiyerek otele döndük. Berat ile babası Muzaffer vardiyeli çalışıyorlardı. Akşam saatlerine kadar Berat, akşamın başlangıcından kapanışa kadar da babası lokantayı işletiyordu. Bir tane de garson çalıştırıyorlardı. Bizi Berat’ın babası Muzaffer karşıladı. Muzaffer Üsküp’ün yerlisi bir Türktür. Oğlu Berat, Üsküp IBU’dan mezun olmuş bir bilgisayar mühendisidir. Kendisini dünya ve Türkiye ile kıyasladığında memnun ve mutlu değil. Bilgisayar eğitimi almış olmasına rağmen aile geçimine babasının yanında lokantada hizmet sektörüne has işler yaparak katkı sağlamayı henüz sindirememiş. Ufak fırsatta şikayetlerini sıramalaktan çekinmiyor. Babası Muzaffer Bey’in de yabancı tahakkümünde yaşamaktan bıkmış, hür bir vatan özlemiyle yaşayan derin ve saygıya layık muzdariplerden birisi olduğunu zaman içinde öğrenecektik.
Ertesi günü kahvaltı yapacak yer aradık ve yine Berat’ların lokantasına gittik. Oldukça lezzetli ve ucuz peynirli böreğimizi yedik. Otelin kişi başına beş avroluk kahvaltı hizmetine karşı iki kişiye toplam iki avroluk hesap bize yok hükmünde gözüktü, şaşırdık. Üstelik orada bize iki tane de demlik çayı bir yerlerden bulup getirdiler. Bu kahvaltıyı bize bahşedenlere içten saygı duyduk. Gerçekten, cüzi para ile büyük hizmet veriyorlar. Berat bize bahis konusu günün akşamında yemekte otel yakınlarında bir Boşnak börekçisini tavsiye etti, ertesi günü oraya gittik, o da oldukça lezzetli ve ucuzdu.
Kahvaltı işini hallettikten sonra aracımızda navigasyonu IBU’ya ayarlayarak hareket ettik. Birkaç yanılma ile üniversiteye vardığımızda, aslında otele çok yakın bir yer olduğunu fark ettik. Bizi karşılayacak olan kişi IBU rektör yardımcısı Doç. Dr. Şener Bilalli’yi arayarak geleceğimizi bildirdik. Kendisi bizi beklemekteydi.
Üniversite’ye birkaç dakika içinde vardık. Orada üniversite kapısında bir resim yeni almıştık ki, fotoğraflarından tanıdığım ancak yüz yüze hiç görüşmediğimiz Şener Bey’in oradan geçmekte olduğunu fakettim. Fotoğraflarımızı çektikten sonra biz de üniversitenin rektörlük binasına ve rektörlük katına çıktık.
Odasına vardığımız Şener Bey’le aramızdaki hoş geldin faslından ve ikram ettiği Türk kahveleri içtikten sonra hemen, vakit kaybetmeden sempozyumla ilgili görüşmelere geçtik.
Şener Bey rektörlük sekreterini de çağırdı, iki taraftan ikişer kişilik ciddi bir müzakere toplantısı oldu. Üsküp tarafının sempozyumu ne kadar ciddiye aldığını, müzakerelerde en ufak bir ayrıntıyı atlamamalarından anlıyor ve içten içe memnuniyet duyuyordum. Şener Bey dersine iyi çalışmıştı. Nuri Bey sözü almak istediyse de, ben önce karşı tarafın tüm görüşlerini ortaya koymasını ve bizim kalırsa ondan sonra kendi görüşlerimizi sunmamızın doğru olacağını düşündüm. Bizim sekretaryamız önümüze bir gündem koymuştu, biz de yolculuk esnasında bu ajandayı epey çalışmıştık, Şener Bey sunumunda ilerledikçe, bize söyleyecek bir şey kalmadığını görüyor, bundan da memnuniyet duyuyordum. Nihayet, benim görüşlerim bu kadar diyerek sözü bize verdiğinde, Nuri Bey elindeki ajandaya hızla göz gezdirdi, bizim söyleyeceklerimizin zaten söylendiğini gördü, teyit sadedinde üstünden hızla geçerek değerlendirmesini sonlandırdı.
Bizim temel beklentilerimiz, üniversite salonlarının yeterli olması, kullanımında sıkıntı çekilmemesi, öyle yemeği, kafe -break, havaalanı, otel, sempozyum mekanı arasındaki ufak nakliyelerin detayları, sanat fakültemizin sunacağı serginin ihtiyaç duyduğu mekanların, malzemenin, sergi güvenliğinin sağlanıp sağlanamayacağı hususlarıydı. Belirtilen konularda karşı taraf iyi çalışmış, ancak, tüm maliyetin bizim tarafımızdan karşılanması halinde hiçbir problemin olmayacağını bildirmişti.
Gezinin önemli amaçlarından birisi, sempozyum mekanlarının tek tek görülüp yeterliliklerinin gözle görülmesi idi. Toplantı biter bitmez fiziki mekanları görmek isteğimizi ilettik, tüm mekanları gezdik, oldukça iyi izlenimlerimiz oldu. Fotoğraflarını çektik.
Toplantı salonu iki taneydi, biri 700 kişilik büyük salon, diğeri 250 kişilik küçük salon vardı. Küçüğünün tercih edilmesinin uygun olacağında mutabık kaldık.
Burada dillendirmek istemediğimiz ufak tefek aksiliklere rağmen bizden istenenlerin yerine getirilmesinin mümkün olacağını düşündük ve toplantımız bu şekilde bitti. Öğlen yemeği vakti gelmişti. Rektör Bey’in bir toplantıda olduğunu, toplantı biter bitmez bizi kabul edeceğini Şener Bey iletti. Üniversite’den ayrıldık. Öğle yemeği gibi bir meşgalemiz yoktu, iki öğüne indirdiğimiz yemeklerin ikincisini akşamleyin yiyecektik. Bu ara zamanı Yunus Emre enstitüsünü ve elçiliği arayarak geçirdik. Yunus Emre Enstitüsü’ne de bilgi vermek, bize mali bir katkılarının olup olamayacaklarını öğrenmek istiyorduk. Zahmetli bir arayıştan sonra enstitüyü bulduk, ancak, kapıyı zorladığımızda kapalı olduğunu gördük. Daha sonra, zili çalmamız gerektiğini öğrendik, iç geçirdik, bu kadar zahmetli arama, eksik bir çaba nedeniyle boşa çıkmıştı. Oradan konsolosluğa yöneldik. Konsolosluk kapı personeline konsolosumuzla görüşme talebimizi ilettik, konsolosun toplantıda olduğunu, telefonumuzu verirsek, talebimizin kendilerine iletileceğini belirttiler. Üsküp ziyaretimizin ikinci gününü Üsküp dışında geziye ayırdığımız için konsolos ile görüşmemizin büyük ihtimalle olamayacağını anlamıştım.
Saat 14:00 civarında Şener Bey’i aradığımızda rektörün saat 14,30’da bizi beklediğini öğrenince hemen üniversiteye hareket ettik. Bizi kabul eden rektör sekreteri, Rektör Bey’in toplantıdan çıkmak üzere olduğunu ve bize ne ikram edebileceğini sordu. Çayı tercih ettik. Demlik çayı geldi, bu yurt dışında oldukça iyi bir ikram olmalıydı, zira kahve her yerde bulunuyor, ancak, Türklerin asla zevkle içemeyecekleri sallama çay haricinde çay bulmak mümkün olmuyordu. Çayları henüz içmiştik ki, IBU rektörü Mehmet Dursun Erdem geldi, bizi makam odasına aldı.
Rektör oldukça sıcak bir yakınlık gösterdi, samimi davrandı, toplantı süresi daha çok rektörün konuşması ve gerçekleştirdiği çalışmaları anlatmasıyla geçti. Üniversitenin faaliyetleri, zorlukları, sıkıntıları da hayli yer tutmuştu. Karşılıklı samimi sohbet havası hâkimdi. Sürenin iyice uzadığını fark ettiğim için, rektöre mutlaka iletmek istediğim konulara sıra gelmesi için fırsat kolladım, söz sırası bize geldiğinde Rektör hemen bize kulak verdi. Bizim gönüllü olarak bir araya gelen akademisyenlerin oluşturduğu bir platform olduğumuzu, ticari bir gelir kaynağımızın olmadığını, bu nedenle, partnerimizin mali talepleri olması durumunda karşılık verme imkânımızın olmadığını açık şekilde belirttim. Rektör aynı şekilde, mali sıkıntıları uzun uzun tekrarladı, kaynaklara ihtiyaçları olduğunu vurgulamakla birlikte bize salonların karşılıksız kullanılma vaadini verdi. Görüşmenin sonunda rektöre teşekkür ederek olumlu duygularla ayrıldık.
Yaklaşık iki saat kadar süren toplantı sonunda günün sonuna yaklaşmıştık, ancak, aracımızın var olması önemli avantajdı. Önce, rahat kıyafetler giyip biraz nefes almanın uygun olacağını düşündük. Nuri Bey’le otele varıp yarım saat dinlendikten sonra tekrar buluşmak üzere ayrıldık. Odalarımıza vardık, hemen biraz dinlenmek için yatağıma uzanmıştım ki, telefonum çaldı. Konsolosluk sekreteri idi. Randevu talebimizin yarın saat 13’te gerçekleşebileceğini bildirdi. Ben yarın şehir dışı gezisinde olacağımızı, kendileriyle görüşme talep etmekteki amacımızın sempozyum daveti olduğunu, bu telefonu vesile bilerek, kendilerini CIEES 2019’a davet ettiğimizi bildirdim. Sekreter bu konuşma içeriğini ilgili makama ileteceğini belirtti.
ÜSKÜP KALESİ VE TÜRK ÇARŞISI İZLENİMLERİ
Saat 18:00’da (Türkiye saati ile 19:00) odalarımızdan çıkıp hemen gezip görülecek yerlere yöneldik, daha bir şey görmemiştik. Vardar Nehri’nin doğu tarafında bir tepe üzerine kurulmuş Üsküp kalesine çıktık, kaleden Üsküp’ü seyrettik. Şehir planlarından biraz daha inceleyince acele gezimizde yalnız gördüğümüz, ancak anlayamadığımız mekân örgütlenmesi yerli yerine oturdu. Biz, şimdi Taş Köprü denilen tarihi köprüden geçmişiz; yani, Vardar Nehri’nin Batı yakasından doğu yakasına bağlayan köprüden. Bu taş köprü şimdi şehrin batı yakasında bulunan meydanı ve merkezini doğu yakasına ve biraz kuzeydeki kaleye bağlıyor. Köprüyü geçerken yamacın zirvesinde tepeyi çevreleyen kalenin güzelliğini hissettiğimi hatırlıyorum.
Üsküp bana oldukça şirin, güzel bir şehir olarak göründü. Daha önce duyduklarım pek olumlu değildi, havasının basıklığından, pek fazla şehirsel nitelik bulunmadığından bahsetmişlerdi. Ancak, anladığım kadarıyla tüm Balkan ve Doğu Avrupa şehirleri gibi Üsküp de tarih ve modernite arasında sıkışıp kalmaktan kurtulamamış, tarih bilinci taşıyan yetkili mimarlardan ziyade rant mafyasına teslim olmuştu. Üsküp’teki tarihselliği zihnimizde yeniden inşa ettikten sonra onu yeniden idrak etmek gerekiyordu. Bunu yapmaya çalıştık. Roma zamanında kurulan Eski Üsküp’ün bu kale etrafında geliştiği ve şimdiki kale mekanının dışına taştığını hayal ettim.
Türk Çarşısı denilen alan, bu kalenin doğal uzantısı olarak kurulmuş, eski ve Ortaçağ şehir yapısını Yeniçağ’da devam ettiren ve şehirsel bütünlüğü koruyan bir mahalledir. Şehrin şimdi merkezi olan alan ise Vardar Nehri’nin batısında, eski şehirden kopuk şekilde gelişmiş. Şehirsel devamlılık bakımından Üsküp, benim tespit edebildiğim kadarıyla Eski, Orta ve Yeniçağlarda mekân bütünlüğünü korumuş, modern çağda ise modern ögeler eski şehirsel imajı bastırıp bozacak şekilde yapılanmış.
Hemen belirtmeliyim ki, Üsküp Kalesi bizim derbeder şehir kalelerimize göre daha iyi ve bakımlıydı. Tarihi eserlere duyulan saygı bize göre daha ileriydi. Hızla kale içine çıktık. Orada park sorunu yaşadık. Kalenin en merkezi yerinde bir yerli Üsküplü işportacı bize yardımcı oldu, park yeri temin etti. Kırık dökük Türkçesi ile büyük park alanının ücretsiz olduğunu, çekinmeden park edebileceğimizi belirtti. Türk olduğumuzu anladı, hangi şehirden olduğumuzu sordu. Ben Adapazarı, arkadaşım ise Eskişehir’li olduğunu belirtince, Adapazarı’nı iyi bildiğini ispat edercesine var orada çok Boşnak, dedi. Evet dedim, orada Boşnak nüfusu çoktur, dedim. Su ikram etmek istedi, teşekkür ettik, ihtiyacımız yoktu. Üsküp’te bize karşı gösterilen ilgi hissedilir bir duygusallığı da içeriyordu. Bunu hissetmek bize haz vermeye başlamıştı bile.
Kalenin içinde bazı resimler çektik. Üsküp Kalesi, büyük burçlarla çevrelenmiş bir kale. Burçlar iyi korunmuş ve Makedonya bayraklarıyla donatılmış. Kalenin içinden çekilen resimde burçlardan birisi görülmekte. Daha karşıda, uzaktaki tepenin zirvesinde 2000. Yıl anısına planlanan ve yapılan büyük haç görülüyor. Bu tepeye çıkmak arzumuz vardı, ancak, zaman yetersizliğinden gidemedik, başka bir ziyaretimize kaldı orayı görmek.
Kalenin dışarıdan görünüşü de çok görkemli ve şehirsel imajı tamamlayan unsur halinde günümüze ulaşmış. Ne yazık ki trafik yüzünden uygun bir yerde durarak kaleyi dışarıdan görüntüleme fırsatı bulamadık. Ancak, internette gayet güzel görüntülerine ulaşmak mümkündür.
Kalenin aşağı eteğinde müsait bir alan ve iyi bir mevkide yapılmış olan Mustafa Paşa Camii, mütevazı bir XV. yüzyıl Osmanlı yapısı olmakla birlikte sanatsal değeri etkileyicidir. İyi korunduğu ve restore edildiğini gözlemledik. TİKA’nın restorasyonla ilgili kitabesinden buranın 1492’de vezir Mustafa Paşa tarafından yaptırıldığını anlıyoruz.
Caminin mukarnas oymalı mermer mihrabı ve rölyef işlemeli minberi, klasik Türk – İslam mimarisinin en güzel örnekleri arasında. Görüntülerde yalnız cami unsurlarının yer aldığı parçalar arasında ne yazık ki en etkileyici kısımları bulamadım. Aceleyle yalnız kendimizle ilgili görüntüler almışız. Gezicilere tavsiyem, yalnız mimari eserleri görüntüleyin, kendinizi ikinci plana koyun. Yoksa, bunları başkalarıyla paylaşırsanız bu gibi açıklamalar yapmak zorunda kalırsınız.
Kendimiz kubbeye doğru görüntü verememiş olmalıyız ki, kubbe insansız bir görüntü ile çekilmiş. Aşağıda Mustafa Paşa Camii’nin kubbe, kubbe kasnağı (bileziği), kasnağın oturduğu çini süslemeli pandantiflerin bir kesitinin aşağıdan alınmış görüntüsü görülüyor.
Çini süslemelerinin mimari bağlamında kavramlaştırmasını sanat tarihçisi hocalarımızdan sorup öğreneceğim. Benim bu güzel mimari ögeleriyle ilgili bilgilerim ancak bu kadar.
Mustafa Paşa Camiinin yakınında, anlayabildiğim kadarıyla güneybatı tarafında Holy Saviour Kilisesi, kuzey taraflarında Sanat Müzesi, güneyinde Sulu Han, Makendonya Müzesi ve Kurşunlu Han yer alıyor. Burası aynı zamanda meşhur Türk Çarşısıdır. Türk Çarşısı’nın uzak batısında, kalenin ise yine uzak güneyinde Kapan Han’ı; Türk çarşısının uzak güneydoğusunda İsa Bey Camii yer alıyor. Çarşının güneydeki bittiği çizgide Gazi Baba Türk Mahallesi bulunuyor. Gazi Baba’nın Âşık Çelebi olduğu hakkında bilgiler bulunuyor. Bu mahalleye adını veren dervişin türbesi bu civarda bulunuyormuş. Biz ziyarete imkân ve zaman bulamadık.
Türk Çarşısı’nın merkezi yerlerinde olması gereken bir de Arasta Camii’nin görüntülerini teşhis ettim. Bu caminin yalnız kitabesini teşhis edebildim. Muhtemelen iç taraflarının görüntüleri de elimizde, ancak, diğer görüntülerle karışmış durumda. Bunları sonraki ziyaretlerde her halde tamamlarız. Arasta Camii’nin kitabesinde XV. yüzyıl eseri olduğu belirtiliyor. Bu bilgiden anlıyoruz ki, en eski Türk – Osmanlı eserlerinden birisidir. Yakın zamanlarda yapılan tadilatta konulan kitabesi aynen şöyledir: “ARASTA CAMİİ – XV. YÜZYIL-Bu tarihi eserin restorasyonu, Bursa Büyükşehir Belediyesi önderliğinde, Çayır Belediyesi ve Üsküp Müftülüğü işbirliğinde, Sn. Rafet Kahraman ve Bursalı hayırsever iş adamlarının katkılarıyla gerçekleştirilmiştir.”
Burayı akşam karanlığının yaklaştığı, ikindi ışıklarının fotoğraf çekmeyi müsait hale getirdiği bir zamanda gezmemize rağmen, yorgunluğun etkisiyle tam olarak fotoğraflayamamışız. Türk çarşısının ikindi silueti çok etkileyiciydi. O gün dini bayram olmasından dolayı çarşı çok sakindi. Burayı bir de normal zamanda ziyaret etmek mutlak zorunluluk oldu. Yahya Kemal’in şiirlerinde Bursa’ya benzetilen Üsküp, eski kaleden itibaren gelişen Osmanlı – Türk mekânlarının silinmez izlerini taşıyor.
Üsküp’te hususi çalışılsa sokaklar bu kadar tenhalaştırılamazdı. Şimdi fotoğraflara bakarken bu tenhalığı biraz daha etkileyici buluyorum. Sanki mütevazi bir erken modern çağ kenti görüntüsü. Türk Çarşısı tarihselliğini büyük çapta koruyabilmiş nadir yerler arasında.
Şehrin tümüyle insansız olmadığının göstergesi olarak birkaç kişinin bulunduğu yine de tenha bir sokak:
Daha çok görüntü var, ancak, başka yer görüntüleriyle karışma ihtimalinden dolayı koymuyorum.
Üsküp’teki tarihi mekanlar şehrin kültürel zenginliğini inanılmaz besleyip gezenleri büyülerken, şehri kaplayan genel bir görüntünün tüm şehir atmosferinin negatif olarak algılanmasında etkisi büyük olmalıydı. Özel konutlardaki bakımsızlık, harabe görüntüsü veren ev ve bahçeler, sık karşılaşılan dilenciler, küçük, üç tekerlekli taşıyıcılara yüklenerek dilenmeye götürülen çocuk köle manzaraları, arabaların önüne geçerek ellerini göğüslerinin üzerinde kavuşturan, iki büklüm öne eğilerek dilenen çocuklar iç kanatan, yürek burkan manzaralardı. Bunları yol arkadaşım Nuri Bey’le ızdırapla izledik.
Akşam yemeğimizi yemek üzere klasik mekânımız haline gelen Berat Lokantası’na yöneldik. Çarşıda fiziki mekân algısından kültürel mekân algısına geçişimizin etkisiyle olmalıydı! Navigasyonun mevcudiyetine rağmen defalarca gittiğimiz lokantaya ancak şehri birkaç kez bir baştan diğerine turladıktan sonra varabildik. Bu yanılma acayip yararlı oldu, zira, Vardar Nehri’ni pek çok yerden gözlemleme fırsatı doğdu. Kaybolma telaşı bu mekânlardan haz duymamızı engellese de, hiç olmazsa daha sonra yapacağımız ziyaretler için hafıza oluşturuyordu. Vardar’ın köprüsünü de zaten geçmiş olmamıza rağmen, bunun farkına bile varmamıştık. Köprüyü uzaktan görmek çok zevkli ve etkileyici oldu. Diğer yandan, modern Üsküp’ü oluşturan merkezi meydanı da bu yanılma sayesinde bulduk, oraları da gözlemledik. Ancak, hususi olarak ziyaret edilmeleri zorunluluğunu koruyor. Buralarda aceleyle hedefi bulma çabası içinde olduğumuzdan fotoğraf çekemedik. Nihayet hedefimize vardığımızda iyice bitkin düşmüş ve acıkmış durumdaydık. Zevkli bir akşam yemeği yedik. Geç vakte kadar oturduk. Muzaffer Bey ve Berat’ın samimi duygularla yaptıkları sohbetleri zevkle dinledik.
Yemek sonrasında otelimize gittik, vakit kaybetmeden dinlenmeye çekildik, ertesi günü bizi zorlu ve yorucu bir gezi bekliyordu. Aldığımız karara göre Saat 07:00’ da kalkıp, hızla kahvaltımızı yaparak gezimize başlayacaktık. 29 Ağustos sabahı kararlaştırdığımız üzere kalktık, Berat’ın tavsiye ettiği Boşnak Börekçisinde kahvaltımızı yaptık, Priştine, Kosova, Prizren ve Vardar Yenicesi’ni gezmeyi amaçladığımız geziye koyulduk.
PRİŞTİNE, KOSOVA, PRİZREN ve VARDAR YENİCESİ SEYAHATİ
Bize Kosova diye bir şehir olmadığını, buranın yeni ortaya çıkan bir ülke, bir cumhuriyet olduğunu Üsküp’teki dostlarımız anlatmaya çalıştılarsa da ben hiç anlamamıştım. Zira, biz tarihi hafızamız gereği Birinci ve İkinci Kosova’yı biliyor, bu ovanın ismini bir şehirden aldığını düşünüyorduk. Dostlarımız ısrarla böyle bir şehrin olmadığını söylediler. Aslında Kosova diye kasaba – şehir büyüklüğünde bir yerleşim yerinin olduğunu daha sonra göreceğiz. Ancak, dostlarımızın bize anlattıkları, birkaç şehirden oluşan bir ülke olarak Kosova idi ki, bunun doğru olduğunu yaşayarak öğrendik.
Üsküp’ten ayrıldıktan sonra kısa zaman içinde Kuzey Makedonya Devleti sınırlarından çıkarak Kosova Cumhuriyeti’ne dahil olduk. Tam kilometre ve zamanı hatırlayamıyorum, ancak, oldukça az bir zamandı (yaklaşık yarım saat). Burada bizi bir sürpriz bekliyordu. Yurt dışına çıkan araçlardan istenen yeşil sigortayı Yunanistan ve Kuzey Makedonya’dan geçerken vermiş, bir problem yaşamamıştık. Aynısını yaptığımızda, bunun Kosova Cumhuriyeti’nde geçerli olmadığını, yeni bir sigorta yapmak zorunda olduğumuzu bildirdi gümrük görevlisi. Şok olmamıza rağmen yapacak bir şey yoktu. Hatırladığım kadarıyla 15 Avroluk bir ücret ödeyip makbuzu aldıktan sonra geçmemize müsaade ettiler.
Sınır geçtikten sonra bizi bir sürpriz daha bekliyordu. Navigasyonumuzun işlemediğini fark ettik. Oysa Kosova Cumhuriyeti’nde ekmek ve sudan daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şey bu cihazdı. Israr etmenin faydası yoktu. Tekrar tekrar denedik, olmadı. Nihayet eski usule dönerek sorarak öğrenmek suretiyle yolculuk ettik. Biraz sonra fark ettik ki, eski sistem de çok fazla zor değilmiş. Biraz vakit kaybediyorsunuz, ancak, gezdiğiniz yerlerin daha iyi bilincine varıyorsunuz. Yerleri bulmak için harcadığınız zorluklar daha sonra yer bilgisine dönüşüyor. İlk menzilimiz Priştine idi ve henüz Priştine tabelası görünürde yoktu. Bir yerde sorduk, Kaçanik’i geçip oraya varacağımızı söyledi. Bu yararlı oldu. Kaçanik tabelası mevcuttu.
Nihayet Kaçanik’i geçerek Priştine’ye vardık. Yaklaşık 100 km yolu bir saatte aldık. Gümrükte biraz vakit kaybetmesiydik daha erken varabilirdik.
PRİŞTİNE İZLENİMLERİ
Priştine’nin merkezine varmaya çalıştık, biraz uğraştıktan sonra merkezi bulabildik. Bir kafede oturup hem yorgunluk giderdik, hem de kahve içtik. Diğer amacımız merkezi sorarak öğrenmekti. Kafenin bulunduğu yerde park yeri bulamadık, merkezin ise biraz daha ileride olduğunu söylediler. Böylece araçla gitmek zorunda kaldık. Merkeze vardığımızda resmi bir binanın otoparkının boş olduğunu gördük, oraya korsan olarak park ettik. Bir riski göze almış bulunuyorduk. Hemen araçtan indik ve şehri gözlemledik. Her taraf minare doluydu. Burası bizi epey oyalacak gibiydi. Bu camileri ziyaret etmeden ayrılamazdık, oysa, asıl amacımız Sultan Murat Türbesi’ni ziyaret etmekti.
Derli toplu bir şehir, tarihi yapılar hep merkezi alanda yer alıyor. Bu açıdan ziyaret etmesi fazla zaman almıyor ve zorluk taşımıyor. Camilere doğru yürürken dar bir sokağa girdik. Sokağın sağ tarafından hızla minareyi hizalayarak giderken gözlerim aniden küçük, loş, hatta salaş denebilecek bir mekâna, orada sigaralarını tüttürürken çaylarını yudumlayan insanlara takıldı. Nuri Bey benden daha önde ve daha aceleci bir havada idi. Arkadan seslenerek durdurdum, bu mekânı atlamamamız gerektiğini belirttim. Nuri Bey gördüğünde bana hak vermiş olmalı. Hemen sıcacık ve hüzün yüklü bu mekâna daldık.
Etrafta bizi gören, bakan, ama hiç merak etmeyen, sanki, biraz sonra buluşmak için ayrılıp hiç gelmeyen ve kendini unutturan, ama tümüyle tarih olmuşken birden çıkagelen vefasız bir tanıdığa takınılan tavır sergileniyordu. Öncelikle oraya dahil olmamız gerekiyordu. Kimsenin bize çay ısmarlayacağı yoktu. Bizi çok iyi bilen, ama umursamayan bu insanların beynine girmekte zorlanmayacağımızı ikimizde biliyorduk. Önce, kendi yağımızla kavrulabildiğimizi ispat edip çaylarımızı ısmarladık. Çaylar çok güzeldi, birer çay daha istedik. Bu arada Nuri Bey hemen konuya girdi, bizi takdim etti, onları sordu. Bu kez sanki yarışır gibi söze girmeye çalıştılar beş – altı kişiden oluşan bu kahvehane topluluğu.
Yüzlerinde küskünlük ve yılgınlığın yarattığı donuk ifade, gözlerinde hüzün ve acının yarattığı derin duygusallıkla tam bir kontrast oluşturuyordu. Bu iki çelişkili ifade birbirini tamamlıyor, insana dokunan, etkileyen manzara yaratıyordu. Hemen hepsi sigara içiyordu, ama, birisi birini söndürüp diğerini yakıyordu. Hem de sigarasını hemen bitiriyordu. Çok ağır depresif bir ruh hali içinde olduğu belliydi. İçinde bulunduğu hüzün göz bebeklerini kızarıklığa büründürmüş, ses tonunu sinirli, saldırgan dobra bir tona çekmişti. Bahsettiğim şahıs ismini de söyledi, ama hatırlayamıyorum. Priştine’nin geçmişi hakkında bize bilgi vermek için konuşmaya başladığında hiç durmayacakmış gibi bir hali vardı. Bu insanların hepsi doluydu, kızgındı, memnuniyetsizdi, tatminsizdi. Bahsettiğim Priştineli Türk, burada eskiden daha fazla olduklarını, şehrin özellikle 1952 tarihlerinde büyük kısmının Türkiye’ye göç ettiğini, ancak, adeta kahredercesine, kendilerinin orada kaldığını belirtiyordu. Ben hızla lafa girerek, “ama göç ederek bir şey elde edilemeyeceğini, burada kalarak haklarını koruma mücadelesi vermeleri” gerektiğini belirtiyordum ki, sanki bu tür beylik laflarla sayısız kez karşılaşmışlar gibi hep birlikte kahkaha attılar. Bahsettiğim vatandaş, “he ,ya, doğru, tabi burada kalmak daha iyi. O zaman biz gelelim Türkiye’ye, siz kalın burada” dedi. Ben ve yol arkadaşım bu alaycı, ama mutlak haklı isyan karşısında susmaktan, mahcubiyet içinde yüzümüzü yere eğmekten başka yapacak bir şeyimiz yoktu. Evet, bu insanlar halklıydı. Şimdi, bizi buralarda çılgınca gezmeye, öğrenmeye, tarih hazzı duymaya iten temel faktör, onların bu acılaşmış yurtta bulunuyor olmalarıydı. Bizim ki hakikat değil fanteziden ibaretti. Gerçek, bu insanların hayatında, yüzünde, gözlerinde zaten her an, her saniye kendini gösteriyordu.
Kahvehane sakinlerinden bir diğeri sözü aldı. Daha düzgün ifade ile şehir hakkındaki bilgileri tamamlamaya devam etti. Bu arada çay ocağını işleten Priştine’li, büyük babasının kitabını takdim etti. Şerafettin Süleyman’ın yazdığı Priştinem adlı eserdi bize verilen. Sözü alan vatandaşa burada gezilecek tarihi mekanları sorduk. Hemen hepsini gösterdi. Belirttiğim gibi zaten minarelerinden hepsi görülüyordu. Yol arkadaşıma bakarak zamanı iyi kullanmamız gerektiğini hatırlatıp, hemen kalkmamızın yararlı olacağını belirttim, o da aynı kanaatte idi. Bahsettiğim ikinci vatandaş bizi çay ocağının dışına çıkarak uğurladı, adeta ayrılmak istemiyormuş gibi, sözünü tekrar tekrar yeniledi. Duygulu bir ruhla oradan ayrılmak zorunda kaldık.
Camilerden merkeze en uzak olanına yaklaştığımız sırada Nuri Bey bir isim tabelasına dikkatimi çekti. Priştine İlköğretim Okulu ismini taşıyan bu tabelayı görüntüledik. Güzel bir hatıra oldu.
Demek ki burada Türkçe eğitim veren kurumlar var. Bu vesileyle belirteyim ki, buraları ne kadar az bildiğimizi hissettim ve kendim karşısında mahcup oldum.
Buraya yakın bir yerde, İslamic Council of Pristine tabelasına da rastladık. Demek ki burada bir İslam konseyi bulunuyordu. Bunu da tespit etmiş olduk.
Buradan camilerin bulunduğu alana geçtik. Üç veya dört camiyi hızla ziyaret ettik. Görüntüler aldık. Ancak, aldığımız görüntülerin içinde kitabeler yer almasına rağmen tam olarak ayırt edemedim. Bu camilerin en eskisi ve görkemlisi 1461 yılında inşa edilen Fatih Sultan Mehmet Han Camii’dir. Üsküp’teki cami ile hemen hemen aynı özelliklere sahip. Mukarnaslı mermer mihrabı ve rölyef oymalı mermer minberi göz kamaştırıcı bir güzellik taşıyor. Son restorasyonu Tika tarafından yapılmış olan caminin avlusunda güzel, zarif bir şadırvanı var.
Şehirdeki diğer büyük camii, Çarşı veya Bayezid Camii ismini taşıyan taş yapıdır. Priştine’de aynı büyüklükte ve bakımlı Yaşa Paşa Camii’ni de gezdik. Birçok fotoğraf aldık. Bunları çok çalışmama rağmen ayırt edemedim. Onun için fotoğraflarını koymuyorum.
Aşağıda Priştine’nin merkezi camilerinden birinin içeriden çekilmiş fotoğrafı yer alıyor. Fatih Sultan, Bayezid veya Yaşar Camii’ne ait olmalıdır.
Priştine camileri Tika’nın girişimiyle restore edilmiş, İç savaşın yaptığı hasardan arınmış. Ancak, gerek Türkiye’den Kosova’ya yapılan turlar, gerekse internetteki tarihi yerlerle ilgili bilgiler bu tarihi mirası yeterince yansıtmıyor. Priştine’deki Türk mirası yeteri kadar tanınmamış ve tanıtılmamış kanaati oluştu.
Şerafettin Süleyman’ın Priştinem isimli kitabında (s.79 vd.) Piri Nez – Pirinaz Camii, Jerar Çeribaşı – Buzagı Camii, Emir – Alaaüddin Camii, Lokaç Camii, Hasan Bey Camii, Hatuniye Camii, Yusuf Çelebi -Pozderka Camii, Kadriye – Muhaxhir Mahalle Camii, Hasan Ağa -Sudi Efendi Camii, Ramazan Çavuş – Liap Camii, Mehmet Bey – Kandil Camii isimlerinde camiiler bulunuyor. Bunların iki isimli olmaları gayet ilgi çekici.
Priştine daha birçok seyahati hak edecek büyüklükte mirası barındırıyor. Tekkeler ve daha başka tarihi eserler incelenmeyi ve kayıt altına alınmayı bekliyor.
SULTAN MURAT MEŞHEDİ’NİN BAŞINDA
Belirttiğim üzere asıl hedefimiz Sultan Murat Türbesi idi. Burasını internetsiz bulmak bizi çok endişelendirdi. Ancak, ilginçtir, tarif üzerine hiç yanılmadan bulabildik. M2 ve R7 yolları kuzeye doğru epey seyrettikten sonra Mazgit’in kuzeyinde kesişir. Bu iki yolun kesiştiği yerin hemen batısında, görünür bir mevkide Sultan Murat Türbesi bulunmaktadır. Uzaktan gördüğümüzde, buranın türbe olduğunu düşünmemiş, türenin biraz daha batıda, uzakta olduğuna odaklanmıştık. Bari şu kubbeli Türk eserini de görelim diyerek oraya gittiğimizde bir hayli sevindik, zira, gittiğimiz nokta aradığımız yerdi.
Sultan Murat’ın iç organlarının bulunduğu bu Meşhet şüphesiz ki her Türk için kutsal bir mevkidedir. Bu duygularımızı zaten Priştine’den ayrıldıktan sonra yenilemiş, atanın manevi huzuruna varma duygularıyla dolmuştuk. Ben önce, hayatım boyunca öğrencilerime görmeden anlattığım Kosova Sahrası’na alıcı gözlerle baktım. Burada olup biten büyük tarihi bir kez daha zihnimde canlandırdım. Olayın mekanla birleştirilerek algılanması ile zihindeki kuru bilgiyle hissedilmesi arasında çok büyük fark var. Bunu bir kez daha anladım. Kosova Sahrası bugün de fazla yerleşime uğramadan, ova siluetini muhafaza etmiş.
Kapıdan girdik ve bizi çok bakımlı, yine TİKA’nın çok iyi restore ettiği Türbe ve yan unsurlarıyla karşılaştık. Çok etkileyici olan bu Meşhet ’in görüntülerini aldık.
Türbenin bakıcısı ne kadar şirin ve yaptığı işi önemseyen birisiydi, anlatamam. İsmini söyledi, Fatma veya Sultan olabilir, kesin hatırlamıyorum. Bu hanımefendi atalarının Buhara’dan geldiğini, burada bir mezarda yatan kişinin kendi atası olduğunu heyecanla anlattı. Tam Özbek şivesi ile çok hızlı anlattığı için iyi anlayamadım.
Türbenin duygusallığı besleyen diğer bir boyutu, bahçede, türbeye giriş kapısının birkaç metre önündeki tarihi dut ağacı. Bu dut ağacı türbeye ayrı bir uhreviyet kazandırıyor. Türklüğün ruhundaki ağaç kültü bu türbe ile ne güzel kaynaşmış. Dut ağacına gereken önemi vererek onu yaşatmaya çalışanlara derin saygı ve minnet duygularıyla dolduk.
Bu emektar nöbetçi, içinde yaşadığı bahçe ile mükemmel bir uyum içinde. Bahçenin güzelliği, bakımlılığı, güller, çiçekler, Sultan Murat’ın uzak diyardaki yalnızlığından duyduğumuz burukluğu biraz olsun hafifletti. Bu bahçeyi böyle güzel koruyan her halde görüntülerini verdiğimiz hanım efendi olmalıydı.
Ona derin sevgi hislerimizle oradan ayrıldık. Ancak, bunca görüntü almışken, güzel meyveleriyle, bu uhrevi mekâna renk katan mahzun elma ağacını resmetmemek haksızlık olurdu. Onu da görüntüledik.
Bu elmanın güzelliğine kiremit görüntüsü hiç yakışmadı tabii. Bu da görüntü almadaki acemiliğimize yorulsun.
Saat hatırladığım kadarıyla 14:00 civarıydı. Kahvaltıyı erken yaptığımız için karnımız acıkmıştı. Öğle yemeğimiz kahvaltı yerinden tedarik ettiğimiz börekler olacaktı. Onları çıkararak ayaküstü öğle yemeğimizi yedik. Hedefteki menzil Prizren idi.
PRİZREN İZLENİMLERİMİZ
Prizren’e varmak zor olmadı. Navigasyon olmasa da tabelaları izleyerek zorluk çekmeden hedefe ulaşabildik. Prizren’e geçiş güzergahında Kosova isimli bir kasabadan geçtik.
Prizren’e vardığımızı gösteren tabelaya ulaşmış, ancak, karşımızdaki şehir siluetinin küçüklüğü, sessizliği bizi acaba başka bir yere mi geldik diye endişelendirmişti. Ancak, tabelayı takip etmekten başka çaremiz yoktu, hala Kosova cumhuriyetinin sınırlarındaydık ve navigasyonumuz çalışmıyordu.
Bir vadi boyunca ilerleyen Prizren’in merkezine doğru sokuldukça düşüncelerimiz değişti. Moderniteden ziyade modern öncesi şehir karakteristiğini andıran, ancak, kesinlikle asude, bakımlı ve kültürel karakteri ağır basan bir şehir ile karşı karşıya olduğumuzu kabul ettik. Şehir bizi kendine çekti, atmosferinin içinde yoğurdu ve artık bir tarih ve kültür yumağının içinde olmanın hazzı içinde yol yorgunluğunu bile unuttuk.
Prizren’de birçok Türk Camisi bulunuyor. Cuma Camii, Sinan Paşa Camii, Gazi Mehmet Paşa Camii bunlar arasında. Camileri gezerken Türkiye’den bir emekli polis ile karşılaştık. Cami ziyaretinde bize kendini takdim etti, oğlu ve damadının buradaki konsoloslukta görevli olduklarını belirtti. Bize katılan Rahmi Bey, burada epey kaldığı için her yerini biliyordu. Bize iyi bir rehberlik yaptı, tüm camileri gezdik. Bunların ayrıntı ve görüntülerini belki başka bir ziyarete ve yazıya saklamak üzere burada vermeyeceğim.
Burada bir de halveti tekkesi bulunuyor. İçeride pek çok sandukasıyla bu tekke oldukça bakımlı idi. Rahmi Bey buranın şimdi çok faal ve dini değil dünyevi amaçlarla kullanıldığını belirtti.
Prizren’in Gazi Mehmet Paşa Camii’ne ait çay ocağı çok modern ve işlek bir mekân olarak dikkatimizi çekti. Başka dikkat çekici bir husus, burada hep İngilizce dini şarkılar çalmasıydı. Bize karşı daha ilk girişte itici bir görüntü verdiler. Sempatik davranmadılar, tersine dışlayıcı tavır takındılar. Nuri Bey kırık Türkçe konuşan garsona “Türk müsün” diye sorduğunda evet anlamında kafasını eğerek sırtını dönmesi çok ilginçti. Burada bir çay içtik ve ayrılmaya yöneldik, ancak, daha Üsküp’te iken Berat veya babası Muzaffer’in bize “Prizren’deki Kırık Cami’yi mutlaka görün” tembihini hatırladık ve oranın sahibine sorduk. Bizi oturan ve Türkçesi daha iyi olduğu anlaşılan birisine yöneltti. Bize şehrin gezilecek yerlerini tarif etti, Kırık Cami’yi o da bilmiyordu. Nuri Bey Prizren’de Türk olup olmadığını, ne kadar Türk olduğunu sordu. İlginç şekilde, fazla Türk olmadığını belirtti. Nuri Bey, “ama çok kişi Türkçe konuşuyor, bunu nasıl izah etmeli” diye sordu. Cevabı çok enteresan, iyi düşünülmüş, inkarcı ruhun bulabildiği garabet bir anlam taşıyordu. “Onlar Türk değiller, ancak, kendilerini Türk hissediyorlar” dedi. Nuri Bey üzerine gitti, “sen hangisindensin”, diye sordu. Ben de “hissedenlerdenim” dedi. Yani, gerçekte Türk değilim, ancak, Türk hissediyorum demek istemişti.
Ancak, burada şiddetli bir tezat vardı. Etnisite olmadan buradaki Türk hissetmeyi ortaya çıkaracak toplumsal ortam, kültürel yoğunluk nasıl oluşabilirdi? Bunu tarihle izah etmek mümkün olmayacağına göre, bu çay ocağı sakinlerinin Türklere karşı, onun varlığına karşı ön yargılı olduklarından şüphe duyulamaz olduğunu anladık. Camilerde bile Türk kimliğine ve Türk medeniyetine böyle soğuk, böyle kapalı ve mesafeli olan bu insanları besleyen, onlara bu anlayışı veren siyasi, sosyal, kültürel saiklerin anlaşılması gerekir. Bunlar tesadüfi olmaktan uzaktır.
Çay ocağından çıktıktan sonra Rahmi Bey ile tanıştık ve ona Kırık Cami’yi sorduk. Rahmi Bey “ben de bilmiyorum” deyince, sizin çocuklara sor, onlar mutlaka bilirler dedim. Hemen konsolosluğa yöneldik, onlara sorduk. Rahmi Bey’in oğlu mu damadı mı olduğundan emin olmadığım görevli de bilemedi ve yanındaki konsolosluk çalışanına sordu. Kendi evlerinin yanındaki yer olduğunu söyledi. Rahmi Bey orayı biliyormuş, ancak, bunun Kırık Cami olduğunu bilmiyormuş. Bizi oraya götürmesi zor olmadı.
Prizren’deki tüm yerleri gördüğümüz için en son Kırık Cami’yi ziyaret ederek oradan ayrılmaya karar verdik. Kırık Cami’ye vardığımda büyülendim. Burayı görmeden ayrılmak Prizren’e gitmemek kadar kazançsız olurdu. Kırık Cami, ordu kültürünü bilen birisi için sayısız kitaptan daha fazla şey söyleyecek kültürel zenginlik taşıyor. Şunu söylüyor bu cami: Ordu’nun mezarı olmayacağı gibi mabedi de olmaz. Yeryüzü mabedimiz, mezarımız, kefenimizdir bizim diyor bu cami adeta. Ordunun kapalı mekâna sığmamasının doğurduğu sahra camilerinin bir örneği ile baş başaydık.
Fatih Sultan Mehmet Namazgahı olarak da bilinen, onun zamanında yapılmış olan bu soylu eserin yalnız mihrabı, minberi, küçücük minaresi ve onların bulunduğu alanı biraz yükselten, en alçak seviyede bir metreden en üst seviyede tavan boyutuna ulaşan ön duvarı var. Bu cami harap olmamış özellikle öyle yapılmış, belli karakteristiği olan bir yapı. Caminin namazgahı, düz toprak zeminden oluşuyor.
Kırık Cami ve onun türündeki camiler kanaatimizce yer yüzünün en büyük camileridirler. Tüm yer yüzünü temsil etme iddiasındadırlar. Bu anlayış ve ihtişamı bize veren camiyi ziyaret etmekten duyduğumuz hazla dolu olarak Prizren’den ayrıldık.
Prizren’den klasik oto yoluyla değil, vadi içinden geçerek yüksek dağı aşan bir yoldan geçtik ve Üsküp’e vardık. Vadi çok muhteşemdi, sık ve güzel orman kaplıydı. Güzel havası ve manzara yüklü silueti bizi çok etkiledi.
Üsküp’e saat 19:00’da vardık. Biraz dinlendikten sonra klasik mekanımıza, Berat Lokantası’na geçtik. Ertesi günü erkenden yola çıkıp, Türkiye’ye hareket edecektik. Bu dönüş te gezi yüklü olacaktı. Dönüşümüzde Vardar Yenicesi’nde yatan Evrenos Bey’i ziyaret edecek, oradan Selanik’e inecek, Kavala üzerinden İskeçe’ye uğrayarak İpsala üzerinden yurda dönecektik.
GAZİ EVRENOS BEY’İN TÜRBESİNİ ZİYARETİMİZ
Osmanlı Balkanı üç sütun üzerine oturur. Eski Via İgnasia, Osmanlılarda Sol Kol olarak devam etti. Sol Kol tümüyle Evrenos Gazi’nin fethettiği ve ölünceye kadar da sahip olduğu bir idari ve coğrafi bölge oldu. Orta Kol Gazi Paşa Yiğit ve ahfadının, Sağ Kol ise Gazi Köse Mihal ve ahfadına emanet edilmişti. Bunlar da son tarihlere kadar bu gazi hanedanların elinde kalmıştır. Osmanlı Balkanı bu üç ana kökten neşet etmiş ve yaşamıştır. Bu kollar Balkan’ı terk ettikten sonra Osmanlı da orada bitmiştir.
Sabah yine erkenden, 07:00’da kalktık. Boşnak börekçisinde kahvaltımızı yaptık. Birer porsiyon da öğle yemeği için paket yaptırdık ve hızla yola koyulduk. Kosova Cumhuriyeti’nde yaşadığımız navigasyon sorunu bitmişti. Bunun cihazımızdan değil ülkeden kaynaklandığını da öğrenmiştik. Navigasyonumuza Yenice (Giannitsa – Yanniça) yazarak yola koyulduk. Üsküp-Vardar Yenicesi arasında 100 km’den fazla yolumuz vardı.
Yol üzerinde kırsal araziden geçtik. Bu arazileri uzayıp gittikçe pastoral bir atmosfere bürünüyor. Yollar güzeldi, ancak sıcak çok bunaltıcıydı. Yol arkadaşım Nuri Bey iyice yorulmuştu. Yol kenarlarında ikonların muhafaza edildiği küçücük kulübeler dikkatimizi çekti. Hem yanımızda bulunan üzümden biraz yiyerek açlık şekerimizi dengelemek, hem de bu kulübeleri yakından görmek için durduk. Çok ilginçti, içinde inciller, ikonlar bulunan bu kulübelerde mumlar da yakılıyordu. Bu nedenle iyice isli ve kararmış vaziyette idiler. Kulübelerin fotoğrafını çektikten sonra yolumuza devam ettik.
Mezar olmayan bu küçük ikon kulübelerinin üzerinde isimlerin yazılı olması da dikkat çekici. Sonradan eşimle yaptığımız yorumda, Yunanistan’a yaptığımız turlu seyahatte rehberimize bunları sorduğumuzu, bunların yollarda meydana gelen trafik kazalarında ölen şahısların anısına yapılmış sembolik mezarlar olduğunu söylediğini hatırladık.
İkon ritüel kültünün Yunan inancında ne kadar derin yer tuttuğunu bu küçük sembolik türbeciklerde gözlemleyebilirsiniz. Bunlar ülkenin her yerinde çok yaygın şekilde bulunuyor. Yol kenarları bunlarla doludur.
Nihayet Yenice’ye vardık. Önce harabe haline gelmiş, uzaktan mezar olduğu imajı yaratan harabe bir eserle karşılaştık. Burayı türbe sandık. Tabelayı okuyunca henüz türbeye gelmediğimizi fark ettik. Değişik yerlerden görüntüler aldık.
Evrenos Bey Hamamı, “Bath of Gazi Evrenos” kitabesini taşıyor. Bunu çekmemişiz. Ancak diğer cepheden aldığımız görüntüde okunmayacak kadar küçük çıkmış olan tabelasında okuduğumu hatırlıyorum. Buranın Justinian zamanına inen çok eski Bizans yapısının üzerine kurulan bir Türk yapısı olduğunu belirtiyordu.
Hamamın görüntülerini aldıktan sonra türbeyi aramaya koyulduk. Evrenos Bey’in huzuruna ulaşmamız zor olmadı. İleriye biraz yürüdüğüzde kitabesinde Evrenos Gazi’nin isminin yer aldığı yapıyı fark ettik, hemen incelemeye, görüntüler almaya koyulduk.
Kitabedeki “mausoleum” yazısını “museum” diye görmemiz bizi müthiş bir yanılgıya sevk etti. Yeni restore edilmiş, Türkiye’deki tüm örneklerinden büyük olan bu yapının türbeden ziyade, müze olmaya daha uygun oluşunu mu düşündük, bilmiyorum, ama bizi böyle bir yanılgıya iten asıl faktörün ön yargılar olduğunu düşünüyorum. Her insanda belli bir ön yargı var. Yunanlıların Türklere, Türklerin Yunanlılara belli önyargıları var. Bunu sempozyum çalışmalarımız gereği Bulgaristan ve Yunanistan’la yaptığımız temaslarda iyice gördüm.
Özellikle Yunanistan Türk eserlerine karartma uyguluyor. Bu anlayışa bir önceki Yunanistan seyahatimde varmıştım. Nüfusunun yüzde 80’e yakını Türk olan Selanik’te bir tane Türk eseri görememiştik. Atatürk evi de her halde devletler arası ilişki ile muhafaza edilmiş. İlk gördüğümüz harabe yapı bende bu duyguyu depreştirmiş olmalı. Kuzey Makedonya ve Kosova Cumhuriyeti’nde her gittiğimiz yerde gezmekle bitirilemeyecek kadar tarihi Türk eserini görürken Yunanistan’da bunlara nadiren rastladığımızı içimiz burkularak hatırlıyoruz. Türk mirası Yunanistan’da korumak bir tarafa imha edilmiştir.
Ancak, esere yaklaştığımızda bahsettiğimiz değerlendirmelerin burada geçerli olmadığımı kabul ettim. Evrenos Bey Türbesi, büyük bir yapı olup yeni onarılmış, bakımlı bir görünüm sergiledi bize. Tika’nın onarım tabelası da yoktu. Yunanistan hükumeti bunu yapmışsa özel tebriği hak ediyor. İlerleyen aşamalarda bu hususları öğreneceğiz şüphesiz.
Nuri Bey’le birlikte Gazi Evrenos türbesinin etrafını defalarca döndük, oradan ayrılmak istemiyorduk, bir de buranın müze olduğu algısı bize oradan ayrıldıktan sonra da hakimdi. Evde çektiğimiz fotoğraflara baktığımızda “museum” değil “mausoleum” olduğunu sevinerek fark ettim, bir yandan gezimizin amacına ulaşmış olduğunu düşünmek bir yandan Evrenos Bey Türbesi’nin yaşıyor olduğunu öğrenmek sevindirici oldu. Nuri Bey ve ben, türbenin kasıtlı olarak müzeye çevrildiğini, sonraki aşamalarda ise resmi binaya dönüştürülerek izinin kaybedilebileceğini düşünmüştük. Şimdi bu endişelerimiz tümüyle kaybolmuştur.
Resmin tabelası İngilizce yazılırken bazı ayrıntılar içeren kitabesi Grekçe yazılmış. Grekçe kitabenin altında türbenin eski hali de görülüyor.
Gazi Evrenos Bey Türbesi’nde bir hatıra fotoğrafı çektirmeden ayrılamazdık. Üstelik henüz türbeyi bulduğumuzdan emin değildik.
Gazi Evrenos Bey’in türbesinin yeni onarılmış haliyle bugünlere ulaşmış olması Balkan tarihi açısından hayati önem taşıyor. Gerçekten, Makedonya fatihi Evrenos’tur. O, I. Murat tarafından “karındaşım”, “emirü’l-guzzat ve’l-mücahidin” elkabıyla anıldığı gibi “kendi kılıcı ile fethettiği yerleri istediği gibi tasarruf etmek, vakfetmek, evladına miras bırakabilmek” haklarıyla kendisine mülk olarak temlik edilmiştir.
Türbenin manevi atmosferi bizleri epey etkilemişti, ancak, buranın müze olması halinde henüz türbeye ya gelmedik, ya da burası türbeden müzeye çevrildi endişesiyle ayrılmak zorunda kaldık. Nuri Bey’e Yenice kasabasını dört yandan turalayarak, etraf ve civarını görerek ayrılalım dedim. Ancak, Nuri Bey, yorgunluk veya dalgınlıktan olmalı, çıkışa doğru çekti aracı, biraz sonra Yenice’den çıktığımızı anladım. Ben bundan tatmin olmadım, henüz Yenice’yi bitirmedik dedim. Geri döndük, Yenice’yi biraz daha araçla gezdikten sonra ayrılmakta kararlı idim.
Geri dönerken sağ tarafta “Ottoman Monuments” tabelasına rastladım. Acaba bu tabela Evrenos Bey’le ilgili eserleri mi, yoksa daha başka Osmanlı abidelerine mi işaret ediyordu, anlayamadım. Tabelaya doğru yöneldim, ancak, süreklilik olmadığı için bulmak mümkün değildi. Tekrar Türbe istikametine dönüp biraz önce ayrıldığımız yere, oradan şehrin merkezi alanlarına araçla gittik, bir ara ters yola girdik, tehlike atlattık. Yeni bir şey bulma ümidi kalmayınca, bu sefer tamamen Yenice’den ayrılmak niyetiyle hareket ettik.
SELANİK – KAVALA – İSKEÇE – İPSALA YOLCULUĞU
Selanik’i daha önce gezmiştim, Atatürk’ün doğduğu yerle ilgili görüntüler eski seyahat kayıtlarında yer alıyor. Onları buraya almadım. Bu seyahati olduğu haliyle nakletmek istedim. Kaba hesapla Türkiye’ye, ilk durağımız olan Sakarya’ya ancak gece yarısı varabileceğimizi biliyorduk. Sakarya’da hiç olmazsa bir iki saat dinlenme fırsatı bulup ondan sonra nihai menzile hareket etmek için zamanı iyi kullanmak, hızlı hareket etme anlayışında idik.
Bu anlayışla Selanik merkezine geldik, orada Beyaz Kale’ye geldiğimizde, Türkiyeli tur otobüsleriyle karşılaştık, onlarla sohbet ettik. Birisi beni tanıdı, her halde televizyondan edindiği bir imajla olmuştu bu. Bir muavine Selanik’in merkezinin neresi olduğunu sordum, burası dedi. Biz de öyle düşünüyorduk, rahatladık. Eşim bana Selanik gevreği ve Kavala kurabiyesi tembih etmişti. Selanik gevreğini bizim turculara sordum, ancak hiçbir yardım alamadım. Merkezdeki heykelde ve deniz sahilinde görüntüler aldık
Selanik sahili İzmir Kordon’dan geri kalmayan bir güzelliğe sahip. Ege’nin mavisi en ideal şeklini burada alıyor olmalı. Selanik’e ilk gelişimde de aynı duyguları yaşamıştım. Sahilde kendi hatıra fotoğraflarımızı da aldık, ama sahili yalnız çektiğimiz bir fotoğraf koymayı tercih ettim.
Bu fotoğrafta güneş maviyi epeyce dönüştürmüş, şairin “gümüş mangal” a benzettiği Boğaz manzarasını hatırlatan bir görüntü ortaya çıkmış. Bunun da ayrı güzelliği var, ama, ben güneşin ağır basmadığı, mavinin solgun güneş ışığıyla cilalanmış ufki maviyi tercih ediyorum. Selanik’e değişik yerlerden bakınca bu mavi kendini hissettirir, estetik hazzı doruğuna çıkarır.
Resimlerimizi aldık, paketlenmiş böreğimizi öğle yemeği niyetiyle yedik ve sonraki menzilimize, Kavala’ya yöneldik. Kavala tarihçilerin dimağında silinmez izlerle yer etmiş olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı hatırlatır. Veya onunla hatırlanır. Kavala’yı da daha önce gezmiştim. Tarihi yerlerin en yüksek tepede olduğunu biliyordum. Tepeye çıkmak için hareket ettik.
Kavala’nın merkezi tepesine geldik, orada bir kafeye varıp çay veya kahve içmek istedik. Siyah çay var dediler, onu tercih ettik. İngiliz çayı esprisinde ince bir naylon tüp içinde şeker yerine balın verildiği bir çay içtik. Estergon Kalesi’nden hareket ettiğimiz sırada bir kafede içtiğimiz İngiliz Çayı’nın hatırasını Nuri Bey’e anlattım. Gerçekten o çayın kendisi değil, algısı zihinlerimizde yaşayan bir hatıraya dönüştü. Zaman zaman söz eder geçmişe ineriz. Ben de ballı çaya bu hatıranın etkisiyle olmalı itiraz etmem. Ancak, Yunan garsonun getirdiği ballı çay bir fiyaskoydu, tadında bizim damak zevkimize hitap eden bir şey yoktu. Sıcak bir şey içmiş olmak için çayı bitirdik. Bu kafeden Kavala sahili ve tüm Kavala güzel göründü, hatıra fotoğrafı aldık.
Görüldüğü üzere Kavala sahiliyle birlikte çok yoğun yapılaşma ve yerleşime uğramış. Kavala sahili büyüklüğünde gemiler buraya alınmış, sahil gemilerin istilasına uğramış. Neyse ki Yunanlılar Selanik’de aynı anlayışı sürdürmemişler. Kavala – İskeçe sahil kesimini bizden kat kat iyi korumuşlar. Sahiller talan edilmemiş, istila edilmemiş, korunmuş. Bu sahillerde Ege mavinin en güzel tonlarını sergiliyor.
Oradan hemen Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın yaşadığı ev ve heykelinin bulunduğu alana gittik. Orada da resimler aldık. Yunanlılar Türklere sırtını dönerek Mısır’ı kaybetmelerine neden olan bu şahsı abideleştirmişler ve kale merkezinin tam ortasına onun heykelini koymuşlar.
Aracımızı Kavala Kalesi’nde rahatça park edebilmiştik. Biraz geziye zaman ayırdık. Kaleden aşağıya doğru yürüdük. Sağlı sollu hediyelik eşya, unlu ürünler satan dükkanlara rastladık. Nuri Bey bir Kavala magneti aldı. Benim aklımda ise Kavala Kurabiyesi vardı. Eşimin isteklerinden Selanik gevreğini alamamıştık, bari kurabiye ile durumu kurtarmalıydık. Bu duygularla etrafa bakınırken, karşımda Kavala Kurabiyesi satış tabelasını gördüm. Çok sevindim. Hemen gittik, pazarlık yaptık, pek çok satış kategorisinden 1,5 kiloluk 25 liralık kurabiye kutularından birer tane aldık. Bu beni çok rahatlatmıştı.
Kavala’nın Osmanlı – Türk medeniyeti açısından önemi kalenin merkezi zirvesinden biraz aşağıda kurulmuş olan İmaret’tir. İmaret’in kitabesinde şehir ve kalenin kültürel varlıkları numaralar halinde sıralanmış. Bunun kitabesini çektik, ancak, iyi çıkmamış ve büyütmeye rağmen metin anlaşılmıyor.
Kavala’da işimiz bitmişti. Zamanı da iyi kullanmak anlayışıyla navigasyonumuzu İskeçe’ye ayarladık.
İmaret üzerinde bulunan bu plan ve açıklamalara göre, Kavala İmareti, Kavala şehrinin tüm medeni ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuş dev bir yapı idi. Fatih, Süleymaniye, Sultanahmet külliyelerinin bir alt kategorisini oluşturuyor. Bilindiği üzere, imaretler yalnız muhtaçlara yemek hizmeti veren kurum değil, cami, medrese, muvakkithane, Bimarhane, han, hamam, arasta gibi 20 adet alt birimden oluşan dev kültürel yapılardır. Kavala İmaretini şimdi Mısırlılar parayla almışlar ve özel ticaret hane gibi işletiyorlarmış.
Bu eseri bütünüyle resmedebilmek için özel izinler almak, hususi donanım ve teçhizata sahip olmak gereklidir.
Kavalalı Mehmet Paşa’nın özel konutunun fotoğrafını çekmek daha kolaydır. Kitabesi de bulunuyor.
Kavala’nın zirvelerinden Ege’nin Görünüşünü de almadan geçmedik.
Görme amaçlı son menzilimiz İskeçe idi. Navigasyonu oraya ayarladık ve hızla Kavala’dan ayrıldık. Birkaç yıl önce Yunistan’a turla yaptığımız seyahatte İskeçe’yi geçerken hüzünlü Türk yerleşiminin üzerinden yükselen minareleri iç geçirerek izlemiş, ancak varamamıştık. Bilindiği üzere turla yapılan yolculuklarda turu düzenleyen şirketin planının dışına çıkma imkanı olmuyor. Şimdi, yol arkadaşımla kendi aracımızla yaptığımız bu seyahatte zaman engeli dışında bir bahanemiz yoktu.
İskeçe hakkında bir araştırma yapmamış, yerleşim mahallinin yapısı, Türklerin yaşadığı mahallenin konumu, tarihi yerleri hakkında fazla bir şey bilmiyorduk. Ancak, minareler bizi arzu ettiğimiz yere götürdü. Gittik, minareler çağırdı biz gittik, dik yokuşu tırmanır olduk. Eski yerleşimin tam anlamıyla korunduğu bu yamaç yerleşimi zirveye tırmandıkça labirente dönüştü. Nerede olduğumuzu anlayamaz olduğumuz gibi minare siluetlerini de kaybettik. Yol bir tabut gibi daraldı, aracımızın seyredip edemeyeceğini kestirmek imansız hale geldi. Nuri Bey’le dönüşün mümkün olup olmadığını kollar gibi geriye döndük, imkansızdı. Geriye dönemezdik, ilerlemeye mecburduk, ama yolun bizi götürüp götürmeyeceğini kestiremiyorduk. Bu tereddüt ve endişelerle boğuşurken motosikletli okul çağında esmer, zayıf bir Türk genci önümüzden geçerken can havliyle işaret ettik, bağırdık, yardım istedik. Genç sanki alışıkmış gibi, gelin, sizi Türk mahallesine götüreceğim, beni izleyin dedi, Türkçe ifadelerle. Araç geçer mi diye sordum, evet dedi, endişelerimiz iyice azaldı.
Epey bir yokuş tırmandık, labirentler daha da zorlaştı, yol iyice daraldı, ancak, biz artık biraz alışmış olmalıyız ki, tırmanmaya devam ettik. Sonunda zirveye, caminin olduğu yere ulaştık. Oradaki 80’li yaşlarda bir Türk ile başka bir Türk neşeli ve şakalaşmalı dille konuşuyorlardı. Yanlarına yaklaştık, neşeniz bol olsun dedik, selam verdik, kendimizi tanıttık. Epey sohbet ettik bu yaşlı Türk’le. Birazdan onun gibi yaşlı hanımı geldi, bize hoş geldin dedi, hal hatır sordu.
Bu iki ihtiyardan İskeçe hakkında bilgi almak istedik, fazla şikayetçi değildiler. Prizren’deki umutsuzluk hali bunlarda yoktu. Yunanlılarla iyi geçinmeyi öğrenmiş idiler. Sayıları 28000 oy çıkarmaya yetecek kadarmış. Övünme edasıyla söylenen, biraz da güven duygusunu ifade eden bu ifade bana ilginç geldi. Demokrasilerde azınlıklar için bir teminat kapısı olan en önemli şeyin çıkaracağı milletvekili olduğuna işaret ediyordu.
Biraz sohbetten sonra camiye yöneldik. Burası Ahiriyan Camii imiş. 1850’de yerindeki eski caminin üzerine inşa edilmiş. Cami kapalı ve imamı yerinde yoktu. Kitabesini çektik.
İkinci kitabesinden caminin ilk inşasının XVII. yüzyılda gerçekleştiğini öğreniyoruz. Onun da görüntüsünü aldık.
Caminin ismi ile mahalle ismi aynı idi. Burası Ahiriyan Mahallesi idi. Tamamen Türklerin yaşadığı bu mahalle, İskeçe’nin zirveye tırmanan yamacında kurulmuş en eski Türk yerleşimi olabilir. Zira, buradaki sokaklar gezdiğimiz yerlerde rastladığımız modern öncesi şehir karakteristiğine en uygun görüntülerdi. Üsküp’teki Türk Çarşısı’nın otantikliği bizi etkilemişse de, orası İskeçe’nin yanında modern kalır. İskeçe tam anlamıyla Ortaçağ şehir yapısının özelliklerini gösteriyor. Yollar faytondan başkasına, modern araçlara kesinlikle uygun değil. Burada iki fayton bile yan yana seyredemez, belli mevkilerde beklemek zorundadır. Ancak, zirveye tırmanan ve inen bir ana yol biraz olsun rahattır, burayı biz bilmediğimiz için labirent vari yollardan gelmiştik.
İskeçe’nin zirvesindeki Ahiriyan Camii’nden aşağıya inmeye, başka yerler görmeye vakit gelmişti. Ancak, aşağı inmeye cesaretimiz yoktu, yolu kaybedersek, labirente girersek rehbersiz çıkamayabilirdik. Bize rehberlik edecek birisine ihtiyaç vardı. Sohbet ettiğimiz yaşlı vatandaş birine seslendi, iyi giyimli, biraz daha modern kültüre yakın yine oldukça yaşlı bir vatandaş çıktı. “Ne var” dedi. Komşusu, bizi aşağı götürmesini istedi. Bir aşağıdaki sokakta olan söz konusu kişi “kim bunlar, Rum mu” diye sordu. Bizim ki yukarıdan “hayır hayır bunlar bizden” dedi. Bize rehberlik edecek kişinin hanımı olduğu anlaşılan klasik Türk kadını giyimli yaşlı kadın da ona, “onlara yardımcı ol, Türktür onlar” deyince, rehberimiz olacak yaşlı adam,” tamam, be canım, nereye isterlerse götüreyim onları” dedi. Kadın bize dönerek “biraz sesli konuşun, duyması iyi değil” diye bizi uyardı.
Neyse, orada candan sohbet ettiğimiz yaşlı İskeçeli’ye Allah’a ısmarladık diyerek ayrıldık, bir sokak aşağıdan rehberimizi aldık ve inişe başladık. Arabaya binen rehberimizin adı Ahmet idi. İstikbal’in İskeçe bayii olduğunu söyledi. Ahmet Bey diğerlerinden farklı, derin düşünceli, hisli bir insandı. Bizlere yardımcı olmak, bizlerle konuşmaktan üst düzeyde haz duyduğunu gizlemiyordu. Anlatıyor, anlatıyor, anlatıyordu. Ayrılacağımız vakit son kez yol tariflerini verirken bir tarifi söylüyor, tekrarlıyor, sanki hiç söylememiş gibi bir daha bir daha anlatıyordu. Bunun beraberlik süresini uzatma arzusundan kaynaklandığını tereddütsüz fark etmiştim. Aynı davranış halini Priştine’deki vatandaşımız da göstermişti. Ali Bey anlatırken onu gözümün önüne getiriyordum.
Nihayet ayrıldıktan sonra İskeçe’yi biraz daha tanımak amacıyla gezdik. Ancak, hep Yunanlıların oturduğu kafelere, modern mekanlara rastladık. Yukarıda Ahiriyan Mahallesi’nde yaşadığımız sıcak dakikaların ruhumuzdaki dalgalanmalarını kaybetmek istememekten olmalı, fazla oyalanmadık. Zamanımız da hayli geçmişti. Son menzilimiz olan Sakarya’ya hayli yol vardı.
Navigasyonumuzu ayarladık ve yola koyulduk. Navigasyon bizi yine modern ama labirent türü tali yollara sürükledi. Kaybolma duygusunu burada da yaşadık. İzbe bir kavşaktan döndürmek isteyen navigasyona uymaktan başka çaremiz yoktu. Bu kavşağı döndüğümüzde hayret verici şekilde ana, büyük transit yola çıktığımızı anladık. Gerginliğimiz gitti, rahatladık, tabelaları gördük, Navigasyonu devre dışı bıraktık.
Şimdi artık tek endişe unsuru kalmıştı, o da İpsala Gümrüğü’nden çıkarken yaşadığımız zaman kaybının girerken de yaşanıp yaşanmayacağı idi. Neyse, İpsala’ya ulaştık, önümüzde beş – on araba vardı. Beklemeden sınırı geçtik. Yunan tarafından serbest alışveriş yerine girdik, alış veriş yaptık ve fazla zaman kaybetmeden devam ettik. Türk tarafında da fazla beklemedik.
Bu aşamada zihnimde kalan manzara, çıkış tarafında yine gurbetçilerden oluşan kilometreler boyu oluşan kuyruk oldu. Bu manzara hala zihnimde beni tedirgin etmeye devam ediyor. Çıkarken biz de aynı kuyruklardan geçmiştik demek.
Türk tarafına geçince saat 22:00’a yaklaşmıştı. Ayak üzeri atıştırdığımız Boşnak böreğinden başka bir şey yememiştik. Bu şekilde sabahı getiremezdik. Ağır şeyler yememiz de mümkün değildi. Birer çorba yemeye karar verdik. Yavaş seyrederek çorba lokantası aradık. Nihayet birkaç arama sonrasında tabelasında büyükçe çorbacı yazan bir lokanta bulduk. Bir porsiyon kelle paça , bir porsiyon da ezogelin çorbasına 28 liralık fatura bir hayli fazla geldi. Neyse, çorba çok iyi geldi, açıldık, espriler bile yapmaya başladık. Nuri Bey rahatlıktan uykuya daldı. İpsala sonrasında arabayı ben kullandım.
Eve varma aşamasında İstanbul trafiğinde oyalanmak gibi bir endişemiz daha vardı. Neyse ki bu olmadı. Hiç trafik yaşamadan İstansul’u geçtik ve Adapazarı’na, şahsıma ait konuta ulaştık. İstanbul – Adapazarı yolunu 1,5 saatten az bir sürede aldık. Eve yaklaştığımızda aldığımız notlara göre yaptığımız hesap, 2400 km. yaptığımızı gösteriyordu. Yatağa 03’ten önce varmış olamazdık. Nuri saat 09,15 treniyle Eskişehir’e bilet aldığı, saat 07’de kalkmak zorunda idik. Kampüs yakınında Kaşık’ta mercimek çorbalarımızı içtik ve tren garına yola çıktık. İki mercimek çorbası için ödediğimiz 5 liralık hesap ikimize de şaşırtıcı gelmişti, kafamızda sınırı geçtikten sonra iki çorbaya ödediğimiz 28 liranın tortuları kalmış gibiydi. Nuri Bey parasız neredeyse dedi. Ben de gerçekten öyle dedim.
03.09. 2019, Yücel Öztürk
*Prof. Dr. Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü